22 Mayıs 2013 Çarşamba

Kimlik Hırsızı



Normalde yakın arkadaşlarıma bir film önerisinde bulunacağım zaman ya da bir ortamda filmler hakkında konuşulduğunda söz bana geldiğinde, hep son zamanlarda izlediğim en muhteşem filmi anlatırım. Bugün bunu yapmayacağım. Size dün CKM'de izlediğim filmden bahsetmek istiyorum. Orjinal adı Identity Thief, Türkçe çevirisiyle Kimlik Hırsızı. Jason Bateman ve Melissa McCarthy'nin başrolü üstlendikleri, komedi tadında basit bir film aslında. Basit diyorum ama aslında konusu daha önce pek karşılaşmadığım cinsten. Filmi basitleştirense izlerken çok ciddi boyutlarda heyecan, kahkaha, ders çıkarma, gözyaşı, durup düşünme ihtiyacı, meraktan delirme ya da sosyal-kültürel-siyasi mesaj kaygılarından hiçbirini taşımıyor olması. Zaman geçirmelik ama keyif veren bir film. Filmi izlediğiniz sırada çok yorgunsanız benim yaptığım gibi 10 dakika uyusanız pek bir şey kaçırmayıp aynı yerden izlemeye devam edebilirsiniz.

Film uzun zamandır gizlice insanların kişisel bilgilerine ulaşıp kendine o kişinin kredi kartını ve kimliğini kopya edip bunlarla binlerce dolarlık alışveriş yaparak hayatını sürdüren "tatlı" bir kadın ve bu durumu fark eden bir aile babasının, kadının peşine düşmesi ve beraber geçirdikleri yolculukta yaşadıklarından ibaret. Filmde olanlar biraz gerçekdışı aslında, dolandırılan hiçbir adamın bu derece alttan alacağını sanmıyorum. Sanırım filmi sevmemin nedenlerinden biri bu gerçekdışı olma durumu. Hayata toz pembe bakmak beni keyiflendiriyor olsa gerek. Bir diğer neden de zaman zaman hiç beklemediğim anlarda duyduğum güzel müzikler, karakterlerin şarkılara samimi bir şekilde eşlik etmesi ve tabii ki de Star Wars göndermeleri! Geçirmeniz gereken 2 saatlik bir zaman dilimi varsa, biraz da yorgunsanız bu filmi tercih edin. En kötü salonda sessizce uyursunuz. Zaten pek de fazla insan doluşmaz o salona.

1 Mayıs 2013 Çarşamba

Force’u Babasından İyi Bilen Kız: Amanda Lucas


Yoda bu kızımızı görse söyleyeceği şey ortada: “Hmm, the Force is strong with this one.” Bahsettiğim kişi Star Wars ve Indiana Jones’u yaratan efsane adam George Lucas’ın 31 yaşındaki (biyolojik olmayan) kızı Amanda Lucas. Kendisi “karma dövüş sanatları” da diyebileceğimiz bir Mixed Martial Arts(MMA) dövüşçüsü. MMA öyle bir şey ki, aklınıza gelebilecek her türlü dövüş sanatı tekniğini kullanabileceğiniz, kilo, zaman veya raund kısıtlaması bulunmayan bir spor. Karşılaşmalarda dövüşçülerin rakibin gözlerini oyması, ısırması ve balık kancası kullanmasına izin verilmiyor. Başka kural ya da herhangi bir güvenlik ekipmanı yok. Hakem durdurana kadar, rakip teslim ya da nakavt olana kadar ağız burun dalıyorsun karşındakine.
Uzun süredir değil, Mayıs 2008’den beri bu yolda ciddi yarışmalara katılan Amanda, katıldığı 6 dövüşün sadece ilkini kaybetti. En büyük başarıları Aralık ayında Japon Yuiga Yuiga’yla ve 2012 Şubat ayında yine Japon Yumika Hotta’yla olan karşılaşmalarını kazanması olarak görülen Amanda MMA’ye girişmeden önce ilginç bir şekilde spordan nefret eden ve dövüş sanatlarını çok vahşi bulduğu için izlemeyi bile reddeden bir insanmış. 10 yıllık hip-hop dans eğitmenliğini evlendikten sonra bırakıp eşi Jason’la biraz kilo verebilmek adına Thai derslerine başlamış, ardından gelen jiu-jitsu dersleriyle de beraber “Neden olmasın?” diye düşünüp kendini MMA için antrenman yaparken bulmuş. Ancak o gün kendine bir söz vermiş: Babası George Lucas’ın adı kariyeri boyunca duyulmayacak.
Tabii bu isteği medyanın bu küçük sırrı çözmesiyle biraz yalan olmuş. Pek istemediğini söylemesine rağmen zaman zaman ringe Imperial March eşliğinde çıkan Amanda’nın bu kadar ün salmasının aslında en büyük sebebi Star Wars fanları. Amanda bu ünlü olma durumundan biraz hoşlanmış olsa gerek, keyifle bu yıl içinde vizyona girecek olan, kendisi hakkındaki belgeseli bekliyor. Tapout Films’in kurucusu Bobby Razak’ın yönetmenliğini yaptığı filmin adının “LUCAS” olması ve George Lucas’ın da şahsen filmde yer alacak olması, Amanda’nın kariyerini ve babasını birbirinden uzak tutmaktan çok iç içe geçirmeye karar verdiğinin kanıtı. En son 30 Ekim’de kurucusu olduğu Lucasfilm şirketini 4 milyar dolar karşılığında The Walt Disney Company’e satarak ve yeni Star Wars filmlerinin yolda olduğunu açıklayarak gündeme oturmuş olan baba Lucas’ın, bu olay ardından böyle bir projeyle bu sefer kamera önünde karşımızda olacağı gerçeği şaşırtmıyor değil. Film vizyona girdikten sonra Lucas’ların hayatında nelerin değişeceğini hep birlikte göreceğiz. O zamana kadar may the Force be with you Amanda!
3 Mart 2013

Türkiye'de Bir Kadın



Yeri gelir sana en kutsal varlık, “ana” derler, yeri gelir en çok küfür yiyen insan olursun. Kimse annesine küfrettirmez ama annesine küfredenler çoktur. Burası Türkiye, burada kadın olmak zordur.

Daha yeni doğup da kız olduğunu anladıklarında, suratını asmıştır belki baban, hoşnut kalmamıştır cinsiyetinden. Senelerdir saçını süpürge edip babana yaranmaya çalışan ama hiçbir zaman hak ettiği değeri görmeyen annen, babana bir oğul veremediği için kendini mahçup hissetmiştir, daha seni kucağında tutmanın mutluluğunu yaşayamadan.  Çocukluğunu yaşamaya çalıştığın evde ufak bir köle ilan edilebilirsin. Daha o küçücük yaşında bütün ev işlerini öğrenmen gerekir. Gerekir çünkü evlendiğinde kocana en iyi hizmeti vermen beklenir. Sen aklını dibi tutmuş tencereyle bozmuşken bir anda gözün pencereye ilişebilir. Sokakta arkadaşlarıyla özgürce top oynayan erkek kardeşini görebilirsin. Hayalini kurarsın sokaklarda koşup oynamanın, sen hayalinde koştuğun sırada bir anda babanın o gür, korku saçan sesini duyarsın: “Koş kız bana bir su getir!”. O anda hatırlarsın sana öğrettiklerini, neden senin de erkek kardeşin kadar özgür olamayacağını. E tabii çünkü senin “namuslu” olman gerekir, ya mahallenin diline düşerse anan baban senin yüzünden? Şamarı yer oturursun. Ki çoğu zaman bir şey yapmana lüzum yoktur tokat yemen için. Baban sinirlendiği bir şey yüzünden, Cimbom Fener’e yenildiğinden, kahvede yediği bir laf gücüne gittiğinden ya da sırf canı öyle istediğinden seni ve anneni eşek sudan gelene kadar dövebilir.
Eğer biraz şanslıysan ve hala okula devam edebiliyorsan, ertesi gün okula gidip evden uzaklaşacağını düşünür susarsın. Zaten sen hep susarsın. Susmak zorundasın. Seni küçücükken tanımadığın, istemediğin bir adamla evlendirirler. Tek söz hakkın olmaz. 27 kişi gelir tecavüz eder sana, ve devlet seni korumayı bırak, bunu yaşamayı istediğini iddia eder. Konuşmaya çalıştığında sustururlar. Devlet bedeninle o kadar yakından alakalıdır ki, karnındaki çocuğu doğurup doğuramayacağını bile kendi belirlemek ister. Eh tabii en az 3 çocuk lazım demişler aile başına, senin kürtaja kalkışman büyük facia; senin bedeninmiş seni kararınmış dinlemezler bir de ceza olarak kötü muameleyle narkozsuz alırlar karnındakini. Acı çeker, ama susarsın. Eteğinin boyuna göre değerlendirilirsin bu ülkede, güzelsen namussuz, çirkinsen işe yaramaz olarak nitelendirilirsin. Sokakta yediğin lafların haddini hesabı yoktur, kafanı çevirip yürüyüp gidersin. O lafı atan da sözde erkeklik gururuyla bacaklarını izlemeye devam eder. Okuyup evlenirsin belki ve çok modern bir yaşam sürdüğünü düşünebilirsin. Bir bakarsın kocan “Çalışmanı istemiyorum.” veya “Otur sen erkek işine karışma!” gibi cümleler  sarf etmeye başlar. Eşitlik istediğinde ise “feminist” damgasını yersin. Adın Fatma olur, Songül olur, Merve olur,  buralarda doğup büyümemişsindir belki, adın Jane olur, Sara olur, neticede bir şeyler olur ve sen öldürülürsün. Bu topraklarda adam gibi kadınlığını yaşayabilmen için “adam gibi” kadın olmak gereklidir bazen.
Yarın 8 Mart, çoğu erkeğin farkında bile olmadığı önemli bir gün; Dünya Kadınlar Günü. Dilerim ki burada yaşayan her kadın için daha eşit, daha güzel, daha insancıl günlerin başlangıcı olur. Dilerim ki yapılan bunca etkinlik, bunca eylem, sadece kadınların kadınları savunduğu değil, bilinçli erkeklerin de onlara katıldığı ve devletin de bunu sonunda ciddi anlamda dikkate alıp bir şeyler yapmaya karar verdiği gün olur.
7 Mart 2013

Yeni Nesil Carrie Bradshaw




Sex & the City’i bilmeyen yoktur herhalde. New York’ta bir yazar olan ve New York aşkıyla yanıp tutuşurken aşk hayatını düzene sokmaya çalışan Carrie Bradshaw, birbirinden farklı arkadaşları Samantha, Charlotte, Miranda ve bitmek tükenmek bilmeyen moda tutkusu. O karmakarışık ama bir o kadar büyüleyici giysi dolabını hatırlamışsınızdır umarım. Diziyi (ve sonrasında çıkan filmleri) defalarca yiyip bitirmiş izleyicileri, yeni bir gençlik dizisi arayışı içerisinde olanları (Gossip Girl’ün yarattığı büyük boşluktan söz ediyorum) ve bence en önemlisi nostaljiyi, 80’leri, o rengarenk giysileri ve Cyndi Lauper ruhlu müzikleri özleyen insanları bir araya getirecek yeni bir dizi var elimizde: The Carrie Diaries. 
Candace Bushnell’in kendi hayatından esinlenerek yazdığı aynı adlı romanından uyarlanan bu yeni dizide, Sex & the City’nin stilettolarıyla senelerdir kaldırımlarını çürüten New York kadını Carrie’mizin, 16 yaşına, lise yıllarına, küçük bir kasabada masum bir kız olduğu 1984 yılına dönüyoruz. Büyüleneceği Manhattan’a ilk gelişi, moda aşkını fark etmesi, ilk aşkları, aile hayatı ve lise arkadaşlıklarıyla Carrie’nin kendini keşfedişini izliyoruz. The Carrie Diaries’in Sex & the City ile bütün detaylarının aynı olduğunu söyleyemem ama emin olun ki bu, dizinin çekiciliğini tek gram eksiltmiyor. O zamanların gerçek New York görüntülerini de zaman zaman görebildiğimiz dizinin başrol oyuncusu 19 yaşındaki Anna Sophia Robb. Gossip Girl, Sex & the City takipçilerinin mutlaka izlemesi gereken bir dizi olduğuna inanıyorum nitekim yeni Carrie’nin çarpıcı stilini ön plana çıkartmak için dizinin stylingini Gossip Girl’le ünlenen Eric Daman yapıyor. Bol bol moda, bol bol müzik, bol bol 80’ler karmaşası. Carrie Diaries gerçekten o zamanlara geri dönme isteği uyandırıyor. Eğer bu tatta bir film de izlemek isterseniz size önerim kesinlikle Almost Famous. 80’ler lise hayatı içinse The Breakfast Club. Yaşasın retro!

11 Şubat 2013